Hem entelektüel hem politik olarak ne kadar yakınlaşabilirsek o kadar kalitelileşecek bir bilgiye erişmek ise amacımız, bunun bir yolu da feminist metodolojinin ortaya koyduğu gibi, interdisiplinerlikten geçiyor.
“Nereye baksan kız çocukları görüyorsun,” dedim. “Anlatmaya başladığın ilk günden beri bahsettiğin bütün çocuklar kız. Hem bu kızlarda kimi, neyi gördüğün de çok açık. Kendin söyledin; Zeynep’in inceliği, esmerliği vurdu seni. Nur’un fiziki hayali dirildi Zeynep’te. Nur da bir zamanlar kız çocuğuydu; onu ilk, küçük bir kızken tanımış ve çarpılmıştın. Şermin’i ise toprakla oynarken buldun, Nur’u bulduğun gibi. Üstelik Şermin seni Nur gibi dışlamıyor, itmiyor; tersine sana sevgiyle kucak açıyordu. Nur’da bulamadığın sıcaklığı üç yaşında bir kızda bulunca bağlanıverdin ona. Ama, bağlandığın, kızın kendisi değildi, Nur’da arayıp da Şermin’de bulduğun yakınlıktı. Hala da aynısın; nereye baksan kızlara takılıyor gözün.”
“Belki,” dedi Yasef; “ama senin gözün de başkalarının gözünün nereye takıldığını görmeye takılmaktan kendi gözünün nereye takıldığını görmüyor.”’ (2017: 100)[i]
Konuşmaktan çok yazmak insanı olduğum için düşüncelerin kafamda akmasından ötürü okumaya odaklanamadığım kitabı bırakıp bu yazıyı yazmaya karar verdim. Uzun zamandır Nihan Kaya diye sayıkladığımın farkındadır beni tanıyanlar. İlerleyen satırlarda bahsi geçecek disiplinlerin hem içinde hem dışında konumlanmış biri olarak onun kitapları üzerine düşüncelerimi ve hislerimi paylaşmak istiyorum, elimden geldiğince.
Öncelikle, kimdir Nihan Kaya, bununla başlayayım; benim durduğum yerden, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde lisansını tamamladıktan sonra, Psikanaliz üzerine yüksek lisansını, Karşılaştırmalı Edebiyat alanında da doktorasını almış, MEF Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya devam eden ve birçok roman, öykü, incelemenin yanı sıra şu günlerde de çocuk masalları yazmakta olan bilim insanı ve yazar, diyebilirim sanırım kaç yıllık deneyim, bilgi, yaşam birikimini- istemeyerek de olsa- birkaç cümleye indirgemem gerekirse. Benim varlığından haberdar olmam ise yaklaşık bir senelik bir mevzu, uzun uzun anlatarak yukarıda indirgediğimi açmak ve hakkını teslim etmek istiyorum birikiminin. Müdavimi olduğum bir kitabevinde, her zaman yaptığım gibi Popüler Kitaplar reyonunun önünde bir an bile durmadan hızla geçerken Nihan Kaya’nın bence ilginç isimli kitapları gözüme çarptı, saniyelerce kendimle cebelleştim desem çok yerinde olur, bu reyona karşı neden önyargılı olduğumu sorgulayarak ve bir kereliğine bile olsa denemem gerektiğini kendime hatırlatarak durup kitapları incelemeye başladım. Kırgınlık, Buğu, Gizli Özne, Disparöni diye sıralanmıştı o gün kitaplar ve içlerinden hiç alışık olmadığım bir tarz, bir dil, bir doluluk, bir bilgi üstüme üstüme geliyordu, hepsini almak istedim ama bu duyguyu tüketerek değil de sindire sindire ve bir ritüel haline getirerek yaşayayım diye Kırgınlık’ı alıp çıktım. Bu bir veya birkaç kitabı inceleme yazısından ziyade bence bir tanıtım metni olduğu için uzun uzadıya ayrıntılandırmayacağım ama çok değerli gördüğüm daha birçoğunun yanında, şöyle diyordu Kırgınlık’ta tamamını nefes almadan okuyabileceğiniz bir bölüm olan “Kazlar”da:
““Neden bu kadar rahat konuşuyorsunuz, biliyor musunuz: Çünkü erkeksiniz! Erkek olduğunuz için de bedeniniz tek. Halbuki kadınların bedeni üçe ayrılır. Kadının bedeniyle kurduğu ilişki, bedeniyle kendisi tek başına ilişki kurarken başka, toplum karşısında başka, hayatındaki erkek karşısında başkadır. Kadının bedeniyle ilişkisi bu nedenle paramparça, bu nedenle karmaşıktır. Erkeğin bedeniyle kurduğu ilişkiyi toplum karşısında değiştirmesine gerek kalmaz. Toplum erkek bedenini olduğu haliyle kabul ettiği için, erkeğin de kendi bedenini olduğu gibi kabul etmesi kolaydır. Bedeni tek olan insan, tabii ki sizin gibi rahat davranır. Oturduğu yerden ‘Bu kadın güzel. Şu kadın şişman. Dünya da, işte, pek yanlış,’ diye atıp tutar. (…)”” (2017: 30)[ii]
Baştan sona, içten dışa, “yataydan dikeye”, edebiyat, sanat, yaratıcı yazarlık, eleştirmenlik, roman ve romancılık, eğitim sistemi gibi konularla dokunmuş hararetli bir tartışmanın hepsini birbirine bağlayan bir cinsiyet ve toplumsal cinsiyet, biyoloji ve psikoloji, doğa ve kültür gibi dikotomileri postmodernist bir söylem olan parçalılığa ve karmaşaya ulaması ve tamamından hepsinin ötesinde bir sentez yaratması başımı döndürmüştü…
Birkaç gün sonra, başka bir kitapçının Çok Satılanlar reyonundan İyi Aile Yoktur’u alıp çıktım. Birkaç gün daha sonra, gene müdavimi olduğum kitabevinin Popüler Kitaplar reyonunda aradığım ama bu kez Psikoloji reyonunda bulduğum Buğu’yu alıp çıktım. Başka bir gün, Türk Edebiyatı-Roman reyonundan Gizli Özne’yi alıp çıktım. Takip eden günlerde, kitabevinin tüm çalışanlarıyla seferber olup bahsi geçen reyonlarda bulamadığımız, sonra İnceleme reyonunda karşımıza çıkan Yazma Cesareti’ni alıp çıktım. Muhtelif zamanlarda, aynı kitapları, farklı kitapçılarda, bambaşka kategorilerin altında bulacaktım. Bunları neden söylüyorum? Ne önemi var bir kitabı nereden, hangi reyondan aldığımın? Önemli, hem de çok önemli, çünkü normalde bize bir yazarın hangi alanda yazdığını ya da bir alanın hangi yazarları saflarına kattığını ilan eder stantlar, reyonlar, kategoriler. Ancak bu örnek özelinde benim gördüğüm, bir yazarın hem genel olarak bütün kitaplarının farklı alanlara yayıldığı hem de özel olarak her bir kitabın bazen aynı bazen de farklı kitapçılarda farklı alanlarda kategorize edilmesinin aslında onların birey birey nasıl algılandıklarına bağlı olarak yerleştirildiğini ve belli ki bu konuda bir zorluk yaşandığıydı. Kitapları okurken varacaktım dışımda gerçekleşen bu hareketliliğin ve olası sebeplerinin farkına:
İçinde olan bilir, Türkiye’de interdisiplinerlik sıklıkla yanlış anlaşılan, yanlış anlaşıldığı için de yanlış uygulanan, hangi parçası olursanız olun içinizi ferahlatmaktan, aklınızı açmaktan ziyade canınızı yakan bir kavramdır. Mesela interdisipliner bir bölüm farklı disiplinlerden hocaların kendi disiplinlerinden dersleri biraraya getirerek oluşturdukları bir bölümden fazlasıdır veya interdisipliner bir kitap aynı konu üzerine her bölümü farklı bir disiplinin bakış açısı, yöntemi ile yazılmış eklektik bir yapıt değildir, olmamalıdır. İnterdisiplinerlik, elbette biraradalığı oluşturan disiplinlerin sayısı, benzerliği, yaratım gücü ve bu gücün derecelerine vb göre niteliği farklılık gösterse de, asgaride disiplinlerin birbiri üzerine ya da birbirinin ardı sıra değil de birbiriyle iç içe, birbirinin içinde erimeleri, harmanlanmaları yoluyla yeni ve farklı bir bütün oluşturmaları demek. Zor ama bir örnekle açıklamak gerekirse:
“Bak Cem, okudun mu ödül alan yazarın sözlerini? Bu yıl Behçet Necatigil Şiir ödülüne layık görülen Hüseyin Peker, zenginlerin anlatılacak bir öyküsü olduğuna inanmadığını söyledi: ‘Zenginlerin anlatılacak hiçbir şeyi yok. Onların bir öyküsü olduğuna inanmıyorum. Sürü insanı olarak tabir edilen yoksul insanın çok daha derin yerlere varan insan olduğunun hesabını yapıyorum. Burjuva insanı hiçbir şeyi araştırmaz, gazete bile okumaz. Sadece bir şeyleri satın alır ve naylona koyar, sevgilerini bile naylon torbanın içinde buzdolabına poşetler. Ama yoksul insanların öyküsü çok daha sıcak, çok daha yüreği kabarık.’ Duydun mu, zenginlerin anlatılacak bir öyküsü yokmuş. Yoksul insanın derinlikli olmasının nedeni de yoksulluğu!” (2018: 185)[iii]
Yoksulluk konusunun Edebiyat eserlerinde dile gelmesi yeni bir mevzu değil; ancak konunun yoksullar ve zenginler dikotomisi üzerinden salt ekonomik boyutuna indirgenmesinin ekonomik, sosyolojik, politik, psikolojik ve edebi yönleriyle bir bütün olarak ele alınarak ve insan olarak deneyimlediğimizin çoklu boyutlarına vurgu yapılarak eleştirilmesi yeni ve neresinden baksak hem Edebiyat’a hem İktisat’a hem Sosyoloji ve Psikoloji’ye bakışta sınırları esneten bir durumdur. Buradan bakınca Disparöni ya da Yaşama Korkusu’nun Psikoloji mi Edebiyat mı Felsefe mi ayırt edilebilmeksizin yerleştirilmesi bence doğal. Gerçekten interdisipliner bir çalışmayı ayrıştırmak çok zordur, ne kadar ayrıştıramazsak o kadar sıkı örülmüştür bu disiplinler arası bağ. Elbette ki yerleşim düzenlerinin yarattığı karışıklıktan varmıyorum bu kanıya; kitapları okudukça, yalnızca her bir kitabın bu bağlarla örüldüğünü değil, genel olarak tüm kitapların da birbirlerinin içinde örülerek birbirlerine bağlandığını da görüyoruz öte yandan. Sanırım biraz zorlasa da en akıl açıcı yanı da bu bana göre, bütünün toplamdan hep bir fazla olması. Yazma Cesareti’nde Kaya sanat eserini nasıl açıklıyorsa, ben de interdisiplinerliği aynı şekilde, onun cümleleri ve benzetmeleri üzerinden açıklamak istiyorum:
Sanat eseri, Jung’un çocuk arketipine (child archetype) benzemektedir. Çocuk, anne ile babanın birleşiminden meydana gelir; ancak ortaya çıkan şey, anne ile babanın toplamı değil, onlardan ayrı, yeni bir bireydir. İkisi de birer kişi olan anne ve babanın toplamı üçüncü kişiyi vermiş, yani bir ile birin toplamı ikiden fazlasını etmiştir. İşte sanat eserinde olan da budur. Sanat eserini onu meydana getiren unsurlarda ve şartlarda değil, sadece kendisinde ararız; zira o, kendisini meydana getiren unsurlardan ve şartlardan farklı, özerk bir varlıktır, sadece kendi kendisinin açıklamasıdır. Sanat eserinin, onu oluşturan unsurların birleşiminin ötesine gittiğini, sanatsal değerinin de bu birleşimin ötesine gidebildiği uzaklık derecesine paralel olarak ölçüldüğünü söylemiştim. Sanat, iki artı ikinin dört etmediği yerde, dörtten sonra başlamaktadır. Ve “çocuk”, bağımsızlığa doğru giden bir şeye evrilmeyi temsil eder (2019: 123)[iv].
İnterdisiplinerlik de tam da böyledir, bizzat Kaya’dan yaptığım alıntı üzerinden devam edersem; sanat, edebiyat ve psikolojinin birleşiminden doğmuş bir yeni alan değildir, bu açıklamaya göre. İki disiplinin birleşiminin ötesidir; sanat edebiyat da değildir, psikoloji de değildir, psikolojik bir roman da değildir, “sanat yalnızca kendi kendisinin ifadesidir” (115)[v], ve interdisiplinerlik de kendini meydana getiren unsurların ötesidir, ötesine geçmeye başladığı noktada aslında interdisiplinerdir. Nihan Kaya’nın bu bir paragraflık anlatımından beş farklı disipline yönelik anlamamız gereken şeyler vardır; benliğimiz, çocuklarımız, öğrencilerimiz, romanlarımız, eserlerimiz onları oluşturan unsurlardan bağımsız varlıklardır. Psikolojik, ailevi, pedagojik, edebi, sanatsal olarak farklı birleşimlerin ötesine varmalarına alan açıldığında ancak gerçekten var olurlar. Ve zaten bu şekilde varolduklarında- kendi kendilerinin ifadeleri olmalarına olanak tanındığında- kendilerini gerçekleştirebilirler. Bir sanat teorisini bahsi geçen disiplinlerden yararlanarak ve tamamından bir adım öteye geçerek oluşturduğunuzda ancak bu teori dönüp aynı bahsi geçen disiplinlere bu kez tek tek katkı sunabilir. Aksi halde, onların ancak bir yansıması, bir imitasyonu olabilir ve böyle bir ürünün katkısından bahsedilemez. Bu anlamda Kaya’nın Yazma Cesareti kitabının Felsefe de dahil olmak üzere, adı geçen disiplinlerce de çalışılmasının her birine tek tek ve hepsine bir bütün halinde katkı sunacağını düşünüyorum.
Öte yandan, Yazma Cesareti’nde kuramsal olarak açıkladığını, örneğin, “bir eserin sanat değeri taşıyıp taşımadığı da onunla irtibata geçen kimseye karşılaşma [encounter] yaşatma potansiyeline bağlı ve bu potansiyelle doğru orantılı. Gerçek sanat eserleri, dikey enerjileri harekete geçiren potansiyellerle yüklüdürler” (75)[vi] iddiasını, Kar ve İnci romanında
O günü çok iyi hatırlıyorum. Zaten nasıl hatırlamam? Annem ve dayımla bir düğüne gitmiştik. Masada oturmuş yemeğimizi yerken, çellonun sesini fark ettim birden. Kulaklarımdan, olduğum yere çivilendim sanki. Hayatım yerle bir olmuştu, kökünden değişmişti o an ve bunu biliyordum. Sanki, çellonun sesi o zamana kadar hep içimdeydi ve ben onu ilk kez duymuştum. Bu sesi duyunca kendi varlığımın da ilk kez farkına vardım sanki. Evet, bu sesi duymak, kendi kendimle iletişim kurmak gibi bir şeydi. Kendi kendisiyle iletişim kurmak nedir hiç tatmamış birine, böyle bir şey nasıl anlatılabilir? Kendimle daha önce hiç karşılaşmamıştım. Karşılaştığım şeyi hayretle, dehşetle, merakla, hayranlıkla inceledim (2019: 149)[vii].
betimlemesi ile daha sayfalarca tane tane örneklendirerek bu kez bize kurgu bir karakter ve olay örüntüsü üzerinden yaşatıp kavratması, yalnızca bir eser içindeki interdisiplinerliği değil, metinler ve türler-arasılık aracılığıyla tüm eserleri arasındaki interdisiplinerliği de düşündürmektedir. Yatay-dikey teorisini açıkladığı inceleme türündeki Yazma Cesareti’ni okuduktan sonra bir romanında, dikeyle karşılaşan bir insanın yatayda “olduğu yere çivilenmesi”ni okurken olduğumuz yere çivilenmemiz okur olarak dikeyle karşılaştığımız ve elimizdekinin de bir sanat eseri olduğunun ayırdına vardığımız andır ve bu da bir bütün olarak teori ve pratik ile, sanat, edebiyat, psikoloji ve felsefe ile, roman, masal ve inceleme ile harmanlanmış bir interdisiplinerliğe başka bir örnektir. Bir diğer ifadeyle, bilimsel, entelektüel ve gündelik hayat bilgisinin biraradalığından meydana gelen yeni bir tür interdisipliner bilgidir Nihan Kaya’nın ürettiği ve tam da bu sebeple çalışılmalıdır.
“Bihter çok zamanlar, kimseye anlatamayacağını artık öğrendiği derdini düşünerek elleri cebinde, insanların arasında dolaştı. Bihter çok zamanlar, elleri cebinde, dalgın, insanların arasında dolaşırken fark edemeden hızlandı, fark edemeden o insanlara çarptı. O insanlar çok zamanlar, Bihter’i terslediler, azarladılar. Bihter her terslendiğinde durdu. Her terslendiğinde düşündü. Bihter her düşündüğünde tekrar hızlandı, tekrar çarptı. Tekrar azarlandı. Bihter çarptığı insanlara derdini anlatacak bir yol aradı. Bulamadı.
(…)
Anlatsan, anlatamazdın Bihter. Onlar öyle çok ve sen öyle tektin ki… Açıklanabilecek, paylaşılabilecek bir özrün yoktu senin. Gerçek bir epilepsi hastası olsan ve yerlerde nöbet geçirsen, o zaman “epilepsi” der, anlayış gösterirlerdi. Sara nöbeti nedir bilirlerdi, anlarlardı çünkü. Böyle azarlanmazdın en azından. Ama derdini en açık, en net kelimelerle ifade ettiğin insanlar bile anlamaya yanaşmadılar seni. Kelimeler onlara yetmedi. Öz baban bile… Yıllarca “Fark e-de-mi- yo-rum! Fark e-de-mi-yo-rum!” diye suratına bas bas bağırdığın baban, doktor epilepsi olabileceğini söyledikten sonra, gayet içten “Koşarken farkında olmadığını niye bana hiç söylemedin?” diye sormadı mı? Onlar anlamamaya baştan yeminliydiler. Bir doktor, bir hukukçu, bir mühendis onaylamadıkça, bir isim vermedikçe, kelimeleri duymaz, sadece işitirlerdi.” (2018: 250-1)[viii]
Hepimiz psikoloji, tıp, edebiyat, sanat, felsefe gibi disiplinlerin derin bilgi ve birikimlerini günlük hayatımızda iliğimize kemiğimize dek yaşayıp hissediyoruz, nitekim bu disiplinler gündelik hayat pratiklerinin bilgisinin akademik bilgiye dönüştürüldüğü alanlar olarak doğuyor ve gelişip aynı aks üzerinden hayatlarımıza dönüyorlar. Özne’den Gizli Özne’ye, okurdan yazara, di’li geçmiş zamandan miş’li geçmiş zamana dönüşmemiz nasıl hep ve çok kelimelerle vaki oluyorsa sağlıklıdan hastaya, normalden anormale, merkezden çepere, marjinale dönüş-tür-ül-memiz de bir anda ve gene kelimelerle oluyor. Tıbbın psikoloji ile, psikolojinin edebiyat ile, edebiyatın felsefe ile, felsefenin sosyoloji ile, sosyolojinin pedagoji ile ve tamamının birbiri ile harmanlandığı bütünlüklü yaklaşımlar da aynı kelimelerin eseri. Ve ben eminim ki bu her şeyin değişip dönüştüğü, ezberbozan dönemde, İngilizcede paradigm shift dediğimiz, Türkçede paradigma değişikliği şeklinde ifade ettiğimiz, anlamada, açıklamada, olmada, yapmada, etmede, eylemede var olan hakim, eski, geleneksel, alışıldık bakışı, duruşu yenisiyle, başkasıyla değiştirme aşamasını yalnızca bireysel olarak yaşam biçimlerimizde, yapısal olarak da eğitim, aile gibi sistemlerde değil, interdisiplinerlik gibi kavramları ele alma ve pratiğe dökmede de yaşayacağız. Dil-Edebiyat bölümlerinin Roman derslerinde, örneğin, roman nedir, romanda olay örüntüsü, zaman ve mekan, karakter gibi ögeler bize ne anlatır gibi sorular irdelenirken Nihan Kaya’nın Disparoni’sine de artık hem teorik açılardan hem edebi açılardan bir bakmak, belki Gizli Özne’sini, Buğu’sunu da karşılaştırmalı konuşturmak gerekecek; Psikoloji, aynı kitaplarla regresyon, psikanaliz, kişilik bölünmesi, yaşama korkusu, otonom birey olma ve daha birçok konuyu inceleyecek; Felsefe, ontolojik kaygıları, gerçeklik sorgusunu, ölümü yeniden bir kez daha bu kitaplarla okuyacak; Sosyoloji, İyi Toplum Yoktur, İyi Aile Yoktur üzerinden yapılara bir kez daha bakacak; Çocuk Gelişimi ve Okul Öncesi Öğretmenliği başta olmak üzere tüm öğretmenlik bölümleri, pedagojik formasyon programları adı geçen eserlerle birlikte Bütün Çocuklar İyidir’i de ders kitabı olarak görecek; Güzel Sanatlar sanatı, yaratıcı enerjiyi, yatay ve dikey yaşamları ve tüm bunların sanatla ilişkilerini Yazma Cesareti üzerinden okuyacak; ve en önemlisi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları gibi doğası ve politik duruşu gereği interdisipliner olan programlar hem dilinden hem türünden hem içeriğinden ötürü Nihan Kaya’yı, derslerini ve kitaplarını müfredatlarıyla harmanlayacaklar ve belki bahsi geçen/geçmeyen disiplinler sınırlarını esneterek aynı yollarla bir araya gelecekler. Bunlar olmalı, olmak zorunda, yoksa hep eksik kalacaklar, evet bunu gerçekten iddia ediyorum, bunu yolu İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları anabilim dalından, Sosyal Araştırma Yöntemleri anabilim dalından, Sosyoloji ve İktisat bölümlerinden, İngilizce Öğretmenliği pedagojik formasyon eğitiminden geçmiş, feminist metodoloji ile hemhal olmuş ve birçok disiplinden sayısız ders almış dışarıdan-içeride bir öğrenci konumumla iddia ediyorum. Mutlak gerçekliğe tam anlamıyla erişemeyeceğimizi artık hepimiz biliyoruz ama hem entelektüel hem politik olarak ne kadar yakınlaşabilirsek o kadar kalitelileşecek bir bilgiye erişmek ise amacımız, bunun bir yolu da, feminist metodolojinin ortaya koyduğu gibi, interdisiplinerlikten geçiyor. Üstelik daha fazla oyalanmadan. Dilerim bu her anlam ve aşamada katı bir disiplinerliği yücelten ve koruyan YÖK’e de yol ve ilham olur.
“İşte, ömrünüz boyunca hep dayandığınızı sandığınız demir parmaklıkların aslında hiç var olmadığını keşfetmek, o zamana kadar ki tüm inancınızın sarsıldığı andır. Biri, üzerinde durduğunuz zemini ayaklarınızın altından çekip almış gibidir. Bir anda zeminsiz bulursunuz kendinizi. Afallarsınız. Belki bir an kabul etmek istemezsiniz. Ama sonra o boşluktan, kendi zemininizi inşa edersiniz. Yeniden, ama dipdiri, doğarsınız” (2018: 248)[ix].
En iyi ifadesiyle “dönüştürücü” diye nitelendirdiğim bu dönemde, hepimize sağlık, kendimizle, insanlıkla, evrenle barışma cesareti ve mesafeli de olsa biraradalıklarımızı gerçekleştirme ve “o boşluktan, zeminimizi inşa edip dipdiri doğma” gücü diliyorum, daha u-mutlu günlerde görüşmek üzere, kitapla, müzikle, hepsinin kesişim noktasında sanatla kalın ve akıl-ruh-beden sağlığınızı koruyun[x]. (CD/AS)
[i] Kaya, Nihan. Buğu. İstanbul: İthaki, 3. Baskı, 2017, s. 100.
[ii] Kaya, Nihan. Kırgınlık. İstanbul: İthaki, 4. Baskı, 2017, s. 30.
[iii] Kaya, Nihan. Disparöni ya da Yaşama Korkusu. İstanbul: İthaki, 2. Baskı, 2018, s. 185.
[iv] Kaya, Nihan. Yazma Cesareti. İstanbul: İthaki, 1. Baskı, 2019, s. 123.
[v] Kaya, Nihan. Yazma Cesareti. İstanbul: İthaki, 1. Baskı, 2019, s. 115.
[vi] Kaya, Nihan. Yazma Cesareti. İstanbul: İthaki, 1. Baskı, 2019, s. 75.
[vii] Kaya, Nihan. Kar ve İnci. İstanbul: İthaki, 1. Baskı, 2019, s. 149.
[viii] Kaya, Nihan. Gizli Özne. İstanbul: İthaki, 2. Baskı, 2018, s. 250-251.
[ix] Kaya, Nihan. Gizli Özne. İstanbul: İthaki, 2. Baskı, 2018, s. 248.
[x] Bla Bla Tuğçe’ye, “bize sevdiğin bir yazar ya da kitaplarıyla ilgili bir canlı yayın yapsana” diyerek bu yazıya mülhem düşünceleri harekete geçirdiği için; Çatlak Zemin editörlerine de, geri bildirimleriyle katkıda bulundukları için teşekkürü bir borç biliyorum.
Cansu Dayan
İstanbul – BİA Haber Merkezi
30 Mayıs 2020
Yorum Yapabilirsiniz