Nihan Kaya’nın eserlerini inceleyen yüksek lisans tezimi Giresun Üniversitesi’nde sunmaya hazırlanıyorum. Doktora tezime de aynı konuyla devam etme niyetindeyim. Tezimi yazma aşamasındayken Nihan Kaya’yla bir araya geldik ve bu güzel kitaplar hakkında uzun uzun konuştuk. Bu konuşmanın bir kısmı, iki ayrı söyleşi halinde yayınlandı. Bu seferse yazarın son romanı Kar ve İnci‘ye yoğunlaşan bir söyleşi bulacaksınız karşınızda. Nihan Kaya uzaktan bakınca sakin bir insan görüntüsü çiziyor olabilir; ama karşılıklı oturup edebiyat konuşmaya başlayınca canlanıyor, hararetli konular kolayca bir diğerini açıyor. Nihan Kaya’nın kitaplarını her okuyuşumda yeni şeyler keşfediyorum. Kitapları gibi, yazarının da söyleyecek çok sözü var.
A. Arslan: Kar ve İnci halihazırda yayımlanan son kitabınız. Ancak biz daha önce yayımlanan Yazma Cesareti kitabınızda Kar ve İnci’ye gönderme yaptığınızı biliyoruz.
Nihan Kaya: Gönderme derken herhalde şunu kastediyorsunuz: Yazma Cesareti’ni Karin’e ithaf ettim. “Karin kim?” diye soranlara da sorunun cevabının kitabın içerisinde olduğunu söyledim. Çünkü ithaflarla o kitabın içeriği arasında bir bağlantı vardır. Nitekim her kitapta, sorduğum bütün soruları o kitabın kendi içinde cevapladığımı da söylüyorum. Yine de okuyanlar “Karin kimdir, net anlayamadık” dediler. Her ne kadar birçok insan açık bulmasa da Karin daha da netleşsin diye Kar ve İnci’yi yazdım. Bütün kitaplarım bir diğerinin açıklaması olduğu gibi kurmaca ve kurmaca olmayan kitaplarım da bir diğerinin açıklaması. Dolayısıyla Yazma Cesareti’yle Kar ve İnci birbiriyle son derece bağlantılı.
AA: Ama Sizden Değilim adlı kitabınızdaki hikâyeler arasında da çarpıcı bir ilişki var. Hikâyeler arasında aynı kişilerin bulunduğunu görebiliyoruz.
NK: Ama Sizden Değilim’de hiçbir öykünün adı Ama Sizden Değilim değildir. Fakat kitabın adı Ama Sizden Değilim. Biliyorsunuz, Gizli Özne’nin adını Ama Sizden Değilim yapabilirdik. Kar ve İnci’nin adı da Ama Sizden Değilim olabilirdi. Bırakın onu, Yazma Cesareti’nin adı da Ama Sizden Değilim olabilirdi. Herhangi bir kitabımın adı başka herhangi bir kitabımın adı olabilir, kurmaca olsun ya da olmasın. İlk kitabımdan itibaren hepsinde farklı şeyler anlatıyorum. Örneğin geçen hafta bir okuyucum şöyle dedi: “Önce Kar ve İnci, ardından Gizli Özne‘yi okudum ve şunu gördüm: Evet, birbirlerinden çok farklılar, ama hala meseleniz aynı. Gizli Özne’yi 2003 yılında yayınlamışsınız. Diğerini 2016’da. Arada 13-14 yıl var. Fakat aslında tutarlı olarak aynı şeyi yapıyorsunuz.” Evet, çocukluğumdan beri, tutarlı bir meselem olduğu için yazar olmak istiyorum. Bunu açıkça her yerde, Yazma Cesareti’nde de anlatıyorum. Sadece, farklı şekillerde anlatıyorum. Romanda bunu hikâyeleştirerek anlatıyorum. Yazma Cesareti’nde bir açıklama yapar gibi anlatıyorum. Kar ve İnci‘de ise müzik örneği üzerinden.
AA: Karin’in hem Yazma Cesareti’nde hem Kar ve İnci‘de olması bu yüzden şaşırtıcı değil.
NK: Evet! Metaforik olarak düşünüldüğünde Karin kitaplarımın tamamında var. Ki, zaten metaforik bir dikey gerçekliğe tekabül ettiği için kitaplarımın her birinde var. Örneğin, ilk romanım olan Gizli Özne‘de, Bihter’in doğmadan ölen bebeği Karin. Reha’dan önce olan, ama Reha’nın aksine, doğamamış, ve Reha gibi doğarak ölememiş bebek. Buğu‘da, Disparöni‘de, var olmak istemiş ama cenin olarak bile hiç var olamamış bebek. Fildişi Kuyu‘da, Yazma Cesareti‘nde, çocuk arketipi yaratıcılığı nasıl temsil ediyorsa Karin de öyle temsil ediyor yeniyi, sanatı, edebiyatı, yaratıcılığı, ayrıksılığı, uzlaşmazlığı. Farklı hikâyelerde, farklı biçimlerde, ama hep var Karin, yazarlığımın ilk yıllarından beri. Çocukların fikir olarak, somut olarak, metafor olarak öykülerimde, romanlarımda kendilerini sürekli tekrar etmesi gibi var.
AA: Diğer üç romanınızı düşünecek olursak Gizli Özne’de “Revna ve Bihter”, Buğu’da “Nur ve Yasef”, Disparöni’de “Feraye ve Cem” şeklinde merkez iki şahsiyetin varlığını görüyoruz. Kar ve İnci’de ise merkezi şahsiyet olarak Gece ön plana çıkıyor. Bu anlamda diğer romanlarınızla karşılaştırdığımız zaman Kar ve İnci’de merkez şahsiyetin ikiden bire dönüşmesinin ayrı bir nedeni var mı?
NK: Nur ve Yasef arasında birbirine zıt bir şey vardır. Yasef daha sanatsal bakar, Nur daha yatay bakar. Aynı olaya çok farklı bakarlar. Feraye ve Cem arasında da bu vardır. Revna ve Bihter daha birbirlerine yakın karakterler. Bu soruya Gizli Özne’den örnek vermeniz güzel. Bence Gizli Özne’nin en çarpıcı tarafı şudur: Bir karakteri üçüncü ağızdan dinleriz. Kim olduğunu bilmediğimiz biri bize Bihter’i anlatır. Bu anlatıcı Bihter’in çocukluğundan itibaren her an onun yanındaymış gibi Bihter’in hayatını anlatır. Bihter’in çok yakınında biri olması gerektiğini düşünürüz bu anlatıcının. Ama kim olduğunu çözemeyiz. Bazen de sürrealist şeyler söyler. Der ki mesela, “Bihter beni çatı katına kilitlemişti.” Bakın, bunlar hep zaten kitaplarımın iç içe geçmesi. “Beni”, der, “çatı katına, tavan arasına kilitlemişti ve oradan Kız Kulesi’ni görebiliyordum. Yemediği yemekleri kapının altından sürerdi. Onun artıklarıyla beslenirdim”. Kim olduğunu bilmediğimiz anlatıcı Bihter’i anlatmaya devam eder, Bihter’in çocukluğunu, gençliğini, evliliğini, onu çok yakından tanıyan, her anına şahit olmuş, Bihter’in aklından neler geçtiğini de bilen biri gibi anlatır. Kitabın sonlarına doğru, bu anlatıcı yine üçüncü tekil şahısla Bihter’i anlatmaya devam ederken araya bir ses girer.
AA: Der ki: “Yeter! Bihter deyip duruyorsun sabahtan beri, ama Bihter zaten sensin!”!
NK: Evet! Demek ki Bihter kendisini anlatıyormuş. Ama oğlu doğduktan sonra, bir dönüşüm yaşadıktan sonra, anne olduktan sonra, şimdi yaşlı bir kadın olarak Bihter’i anlatıyormuş. Araya giren sesin sahibi Kemal, yani Bihter’in kocası ve ölen Reha’nın da babası olduğunu anladığımız karaktere der ki bu yaşlı Bihter: “Hayır, ben Bihter değilim ki. Şunları şunları yapan kızdı Bihter. Bihter’le ben nasıl aynı insan oluruz? Ben artık böyle böyle bir insanım.”. Gizli Özne‘de Bihter’in dönüşümü, ölen oğul üzerinden anlatılır. Revna ve Bihter’in ortak tarafı da o oğuldur. Oğul, yani Reha karakteri bu iki kadın için tamamen ayrı bir şeyi simgeler. Biri için geçmiş, diğer için gelecektir. İkisi için de bir atlama, bir transformasyon unsurudur Reha, ama birbirine zıt şekillerde. “Evlat” ve “koca” olarak toplumla uzlaşmanın simgesidir Reha bu kadınlar için; her ikisinin de toplumla kurduğu sancılı ilişki zıt amaçlar taşısa da.
AA: Okunması en zor, en karmaşık kitabınız kesinlikle Gizli Özne. Karakterlerin iç içe girmesi anlaşılması çok zor hale getiriyor Gizli Özne‘yi. Okuyucu ikinci, üçüncü okuyuşta ancak çözebiliyor meseleyi. Mesela iki tane Revna karakteri var.
NK: Evet, zira kitaplarımda sözcükler ve isimler üzerinden yapılan sorgulama Gizli Özne‘de de var. Gizli Özne‘nin sonunda anlıyoruz ki Revna’nın ismi aslında kendi ismi değilmiş, o bebekken ölen annesinin ismiymiş. Revna’nın geçmişinden kaçtıkça geçmişinin, köklerinin üzerine daha da yapışmasının bir temsili Revna’nın kendi adını değil de annesinin adını taşıdığının ve bunun gerisindeki hikayenin ancak romanın sonunda farkına varması.
Gizli Özne’de aynı şeyi farklı bir teknikle göstermeye çalıştım. Fakat iki romandaki de çok sıradışı, çok farklı tekniklerdi.
AA: Sizin de hep üzerinde durduğunuz gibi, kitaplarınızdan herhangi biri başka bir kitabınızın da açıklaması aynı zamanda. Kar ve İnci‘yi anlatmak için Gizli Özne‘den örnek verebilmeniz de bu yüzden. Gizli Özne‘deki o “anlatıcı konuşurken araya dışarıdan ses girmesi” durumu başka şekilde Kar ve İnci‘de de var.
NK: Evet, oraya geliyordum tam. Gizli Özne‘de araya giren ses kimindir, anlıyoruz: Kemal’in. Kar ve İnci’de ise araya giren o dış sesin kime ait olabileceği konusunda kafamız hep karışık. Birkaç ihtimalden her biri olabilir. Hangisi olsa da uyar hikayeye. Ama Gizli Özne’yle Kar ve İnci şu açıdan benziyorlar: Kar ve İnci‘de birkaç ayrı karakterle tanışıyoruz. Gece, hastane odasında genç bir kız (Nehir), çocukluğuna şahit olduğumuz Leyla. Sonra anlıyoruz ki bu karakterlerin her biri Gece, bunlar da Gece’nin hayatının farklı evrelerinden. Kar ve İnci‘de, yaşadıklarımızın bizi değiştirmesi üzerinden bir isimlendirme var. Bu anlamda, hastane odasındaki genç kız, yani Nehir daha farklı, artık ellisine gelmiş Gece daha farklı. O yüzden de isimleri birbirinden farklı. Önce zihnimizde farklı karakterler halinde dağılıyorlar, sonra hepsi tek insanda birleşiyorlar. Aynı şey Gizli Özne’de de var. Bihter toplumdan ayrılmak, ayrı olduğunun fark edilmesini istiyor. Revna ise toplumun bir parçası olarak kabul görmek istiyor. Çocuk arketipini simgeleyen Reha bu iki kadın karakter arasında bir köprü oluyor ve romanın sonunda bu iki kadının o zamana kadar tek başına konuşan sesleri birleşiyor. Roman Bihter’in ve Revna’nın anlattığı iki ayrı kanaldan devam ederken, o bölümler giderek kısalıyor, kısalıyor, ve sonra çift-sesli hale geliyor. Gizli Özne‘nin kreşendosudur o birleşme; okuyan herkes sarsılır o bölümde. Romanlarıma “son bakışta aşk” demeleri de o yüzden. Gece’de tek karakteri dağıtıp sonrasında birleştirmem benzer saiklerle. Gizli Özne’de aynı şeyi farklı bir teknikle göstermeye çalıştım. Fakat iki romandaki de çok sıradışı, çok farklı tekniklerdi. İkisi de zor okunan romanlar oldu bu yüzden.
AA: Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da, Amerika’da da, Jung kuramlarıyla ilgili seminer ve konferanslar verdiğinizi biliyoruz. Kar ve İnci dışındaki eserlerinizde de arketip uzamlarının varlığı belirgin. Bu duruma Gece’nin ruhsal bunalımlarını masal formatında anlatmasını örnek olarak gösterebilir miyiz?
NK: Evet, romanlarımın her birine ara ara giren rüya ve masalları, ifade edilmesi imkansız olan gerçekliğin simgesel bir temsili olarak düşünebiliriz. Bu Lacanvari, Irigarayvari “imkansız ifade” düşüncesi romanın alt metninde ne kadar yoğunsa rüya, masal gibi alternatif gerçeklikler de o kadar çok beliriyor üst metinde. Sözünü ettiğiniz Kar ve İnci de, Gece’nin sorunlarının ne denli anlatılamaz olduğu üzerine kurulu. Gece o nedenle başka biçimlere başvuruyor kendini ifade edebilmek için. Bize o an için anlaşılmaz geliyor, ama Gece için en anlatılabilir yol bu. Camdan kavanozda yaşayan, görülen ama duyulamayan, bu nedenle yaptıkları yanlış yorumlanan bir karakter Gece. Bihter gibi, Feraye gibi. Her biri “Sad Lisa”lar. Onları kimse –bildiğimiz anlamda– göremiyor, metaforik –bazen de somut!– olarak duvardan duvara koşuyorlar.
AA: Kar ve İnci’de “deniz” kavramına ayrı bir önem veriliyor. Gece’nin arınma maksadıyla seçtiği deniz kavramının psikanalitik manada anne karnına geri dönüş isteği şeklinde yorumlayabilir miyiz? Bu manada Otto Rank’ın “Doğum Travması”na gönderme vardır, diyebilir miyiz?
NK: Denizin romanda doğumla bir ilgisi olduğu muhakkak, ama arınma hiç aklıma gelmemişti. Kimbilir… Gece’ye yaşamak artık çok ağır geliyor, ruhu ölmüşken bedeninin hala yaşıyor olması çok ağır geliyor, nitekim zaten bedenine dair birkaç katmanlı sorunlar yaşıyor o sırada, ve bu bedeni de öldürmek, yani intihar etmek için bir deniz arıyor. Şehirlerarası bir otobüse binip hiç bilmediği bir şehirde iniyor, ve suları en karanlık, en hoyrat, kayalıkları en sarp şehri seçiyor inmek için. Romanda yer isimleri olmasa da Karadeniz kıyısında bir yere gittiğini anlıyoruz Gece’nin. Bedeninin kayalara çarpması ile “Kaya”ya çarpacak olması arasında da bir bağ var; ve o bağ yine su, deniz üzerinden kuruluyor. Su, hayatın temsili. Hayat su ile başlıyor. Anne karnında içinde olduğumuz su aynı zamanda, Gece’nin içine girdiği deniz. Nitekim Gece kendisini denizin içinde tasvir eden ifadelerini çift anlamlı okuyabiliyoruz. Gece o sırada hamile mi değil mi buna hiçbir zaman emin olamıyoruz; ama Gece nasıl bir denizin içindeyse, rahminin içindeki hayat da o an öyle bir denizin içinde, bu ikisi iç içe geçiyor, bunu anlıyoruz ifadelerden. Dünya o sırada Gece için neyse, rahmindeki hayat için de Gece’nin vücudu, varlığı o. Hayatla ölüm arasında ince bir çizgideler ikisi de, su hayat da olabilir ölüm de olabilir onlar için o an, ve romanın hep vurguladığı “doğmuş olmak” ile “doğmuş olamamak” arasındaki çizgi de hem bu kadar ince hem de bu kadar şiddetli. Gecenin rahminin içindeki hayat hem gerçek bir bebek hem de Gece’nin kendisi gibi okunuyor yer yer; bunlardan biri ya da her ikisi de olabilir o bebek. Yani Gece’nin denize girmesi, kendi kendisini doğurması demek her iki şekilde de, ve Gece yeni bir Gece’yi doğurabilecek mi doğuramayacak mı o belirsizlik üzerine kurulu o sahneler, biçimsel olarak da bu kadar muğlak olmalarının nedeni bu. Net sahneler olamazlardı, çünkü zaten kendileri soyut ve karmaşık. Göndermede bulundukları dikey gerçeklik, bu temsil ettiklerinden de karmaşık.
Hepimizin başına bir şeyler geliyor; önemli olan da başımıza ne geldiği değil, başımıza gelen şeyle ne yaptığımız.
AA: “Su onlar için hayat da olabilir ölüm de” dediniz. Gece’nin yüzmeyi öğrenememesi, Gece’nin yüzmeyi öğrenememiş oluşunun Gece’nin önce babasıyla, sonra Profesör Deniz İlter’le yaşadığı trajedinin bir parçası olması da bununla ilişkili o zaman.
NK: Tabii ki! Yüzmenin roman içinde birkaç anlamı var. Bu, “doğmuş olmaya” ithaflı bir roman ve içinde bir alıntı var: “İnsan suya düştüğü için boğulmaz, o sudan çıkamadığı için boğulur”. Hepimizin başına bir şeyler geliyor; önemli olan da başımıza ne geldiği değil, başımıza gelen şeyle ne yaptığımız. Su bizi yukarı kaldıran bir güç de olabilir, düşmanlaşabilir de bize. Hayat da zaten bunu öğrenme becerisi; bir anlamda, hem dost hem düşman olabilecek suyla uzlaşarak burnumuzu yukarda tutabilecek beceriye sahip olmasını öğrenmek demek yaşama becerisi. Her birimiz bize, varlığımıza düşman dalgaların hamleleriyle çevriliyiz. Jung çocuk arketipi için şöyle der: “Çocuğun doğmasına bütün dünya karşıdır. Her şey ve herkes kendisine karşı olduğu halde, yine de, bütün engellere rağmen doğar çocuk.”. Ve bu yüzden çok kıymetlidir doğmuş olmak. Hepimiz kendimiz olmak, kendi kendimizi doğurmak, yaratmak için savaş vermek zorundayız. Kar ve İnci de bu savaşı anlatıyor. Yazma Cesareti ve Fildişi Kuyu dahil bütün kitaplarım gibi.
AA: O halde “deniz” yahut “su”, özetle “hayat” anlamına mı geliyor Kar ve İnci‘nin alt metninde?
NK: Belki ama hiçbir şey de tek başına kendisi değil. “Deniz”, biliyorsunuz, bilinçaltımız, bilincimiz dışındaki her şeyi simgeliyor psikolojide. Bizdeki ak sakallı bilge dedeye tekabül eden “Mel” denizden gelir mesela. Kendimiz hakkında bilmediklerimiz de her zaman bildiklerimizden daha fazla ve bilinçdışı, yani farkında olduklarımızın dışında kalan her şey ne ise onun bir kısmına ulaşmak vasıtasıyla yaratıyoruz “yeni ben”imizi. Olmadığımız ve olabileceğimiz ben’ler, şu an olduğumuz ben’in dışında ama yine de onun bir parçası halindeler aynı zamanda. Var olmak ve yaşamak birbirinden ayrı şeyler. Aynı anda hem birey hem de toplumun bir parçası olarak “var” isek gerçekten yaşıyoruzdur, yoksa yaşamamız sahte bir var olma.
AA: Bu güzel sohbet dolayısıyla bize kıymetli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz.
NK: Vakit her zaman için karşılıklı ayrılan bir şey. Vaktimizle karşılıklı olarak dikey bir şey, yatayın içinden dikey bir şey yapmamıza olanak verdiğimiz için ben teşekkür ederim asıl. Romanlar da, röportajlar da, “dış”ın içinde en yoğun halde bulunan “iç”i, “yatay”ın içindeki “dikey”i arama çabası ne de olsa… Ne iyi ki yatay olarak buluştuk, konuştuk.
A. Arslan
14 Nisan 2017
Yorum Yapabilirsiniz