Hatice Ebrar Akbulut, Nihan Kaya ile Yatay ve Dikey bakışlar teorisi, ve romana teorik bakışlarının pratikteki yansımalarını konuştu
Her yazarı orijinal kılan bir yön var mıdır? Sanırım yok. Bazı yazarlara özgüdür bu durum. Orijinalliği sadece diğerlerinden farklı olan manasında kullanmıyorum. Aynı konular işlenilebilir, aynı imgeler kullanılabilir. Fakat, bakış açısı onu özgünleştirir. O özgünlük, yazarı başka bir yere taşır. Yazar, kendini orijinal kılan bu özgünlükle zamanın eleğinden geçmeyi başarır. Nihan Kaya’nın özgünlüğü, yatay ve dikey bakış açısını teorik ve pratik açıdan kullanabilmiş olmasıdır.
Yatay ve dikey kavramı; bakış, okuma, düşünme gibi insana her açıdan enerji veren eylemlerin odağındadır. Örneğin, herhangi bir nesneyi yalnızca yatay gerçekliği içinde ele alırsak cevizin kabuğunda kalmış oluruz. Fakat o nesneyi bütün açıları, özellikleri, incelikleri, faydaları ve zararlarıyla birlikte incelediğimizde eskilerin deyimiyle künhüne vakıf oluruz. Cevizin kabuğunu kırıp ona tat veren, onu ceviz yapan şeyi elde etmiş oluruz; böylece dikey gerçekliği algılarız. Yatay ve dikey okuma/inceleme birbirinden ayrı değildir. İkisi de birbirini değişik açılardan tamamlar. Nihan Kaya’nın şu örneği meseleyi netliğe kavuşturur: “Yatay okuma, okuma işlemi okunan sözcüklerin her birinin asıl olarak ne anlama geldiği anlaşılarak gerçekleştiriliyor dahi olsa sözcüklerden öte gitmeyen, okura metinden fazlasını söylemeyen bir okumadır. Dikey okumada ne kadar derinleşirsek, yatay olarak okuduğumuzu o denli canlandırmış, zenginleştirmiş oluruz.” (Yazma Cesareti, Ayrıntı Yay., s.17)
Kuram/inceleme, roman ve öykü türlerinde eserleri olan Nihan Kaya’ya dikey okumaya yönelik sorular sormaya çalıştım. Bu da o söyleşidir.
2013’te Ayrıntı yayınlarından çıkan Yazma Cesareti isimli kitabınızı “Karin’e” ithaf ediyorsunuz. 2016’da aynı yayınevinden çıkan romanınız Kar ve İnci’de de “Karin Kim?” sorusunun ardına düşen bir polis/psikanalist var. Başka bir söyleşinizde Yazma Cesareti ile Kar ve İnci arasında ciddi bir bağ olduğunu, fakat bu bağı çoğu kimsenin anlamadığını belirtiyorsunuz. İlginç bir şey söylüyorsunuz aslında. Kuram ve Sanat dizisinden çıkan bir kitapla bir roman arasında bağ kurabilmek doğrusu beceri istiyor. Kuramsal fikirlerinizi, Kar ve İnci’de denediğinizi, somutlaştırdığınızı düşünebilir miyiz?
Evet, düşünebiliriz. Kuramsal fikirlerimi sadece Kar ve İnci’de değil, Gizli Özne’den itibaren bütün roman ve öykü kitaplarımda somutlaştırdığımı da düşünebiliriz. Ya da bunu tersinden ifade etmek, belki biraz daha yerinde olacak: Her romanım, her öyküm, kuramsal fikirlerimin somutlaşmış biçimidir. Bu nedenle, kuramsal kitaplarım romanlarımı açıklar, romanlarım da kuramsal kitaplarımı. Her romancı, farkında olsun ya da olmasın bir roman kuramcısı, roman teorisyenidir aynı zamanda.
Yazma Cesareti ile Kar ve İnci arasındaki bağı irdeledikçe eminim birçok yorum çıkacaktır ortaya. Fakat asıl merak ettiğim, Yazma Cesareti’yle haber verdiğinizi söylediğiniz romanınız üç yıl sonra okurla buluşuyor. Kar ve İnci’nin okurla buluşmadan öncesini de hesaba katarsak aceleci bir yazar olmadığınızı söyleyebiliriz sanırım. Yazarken ince eleyip sık dokuyanlardan mısınız?
İnce eleyip sık dokuyan bir yazar olduğum doğru. Fakat yayın sürelerine çok da takılmamak gerek aslında. Kar ve İnci, yayınevinin program sıkışıklığı nedeniyle iki yıl sırada beklemişti. Bahsettiğim bağ, bütün kitaplarım arasında mevcut. 2016’da yayınlanan Kar ve İnci’yi 2003’te okuyucuyla buluşan Gizli Özne’nin de haber verdiğini söylemek, bence yanlış olmaz. Ve bence, her yazar için bir şekilde böyledir bu.
Tek heceli kar imgesi ile inci imgesinin ilk hecesi birleşince yine “Karin” çıkıyor karşımıza. Daha kitabın isminden bile çıkarsayabiliyoruz Kar ve İnci’de ince bir kurgu mizanseni olduğunu. Her şey inceden inceye düşünülüp tasarlanmış gibi. Diğer öykü ve romanlarınızda da böyle bir durum söz konusu. Kendinizi bazen hep aynı şeyi kurguluyor/yapıyor/yazıyor gibi düşündüğünüz oluyor mu?
Evet. Her bir romanımın, öykümün farklı, kendisine has bir hikayesi olsa da, bence aslında hep aynı şeyi kurguluyor/yapıyor/yazıyorum. Çok güzel ifade ettiniz.
Kar, Gece, Nehir, Ateş, İnci karakterleri. Tabiatın biri olmazsa biri olmazı. Karakterlerinizi isimlendirirken neyi göz önünde bulundurdunuz? Bir açıdan bakınca hem parçalanmış, hem kırılmış hem de birbirini tamamlayan karakterler Kar, Gece, Nehir, Ateş ve İnci.
Aslına bakarsanız, her zaman ben karakterlerimi isimlendirmiyorum. Onlar kendi ismiyle geliyorlar ve sonra hikaye onlardan, onların isimlerinden doğuyor. Gece karakterini ismi doğurmuştur. Kar’ı ve diğerlerini de öyle. Ya da, şöyle diyeyim, isimlerini bu karakterlerden ayıramıyorum.
“…sanat eserinin ‘ne’den bahsettiğine değil, ‘nasıl’ bahsettiğine bakılır. Mesela bugün Yahya Kemal’in gülden bülbülden bahsedebilmesi sanatın bir ‘ne’ meselesi olduğundan ziyade bir ‘nasıl’ meselesi olduğunu anlamış olmasındandır” (C.S.Tarancı, Avuçlarıma Sığmıyor Yıldızlar, Can yay., s.50) Sanatta/eserde “ne’lik mi nasıl’lık mı” meselesine dair Yazma Cesareti’nde önemli düşünceler paylaşıyorsunuz. Tarancı 1936’da paylamış bu düşüncelerini ama bugün hâlâ bu meseleyi konuşuyoruz. Sizce bu durum neye alâmet ya da neyin göstergesi?
Bu meselenin neden sık konuşulduğunu ben de bilmiyorum. Kendi fikrimi, yirmi yıla yakın zamandır paylaşıyorum, sorulduğunda. Bence ne yazdığım nasıl yazdığımı ve nasıl yazdığım ne yazdığımı belirliyor; ben bu ikisini birbirinden ayıramıyorum. Her eserde biçimin içeriği, içeriğin biçimi belirlediğini hep vurguladım. Fakat, “Sizin için ne yazdığınız mı önemli, yoksa nasıl yazdığınız mı” sorusuyla, hâlâ, karşılaşıyorum.
Bir önceki sorudan devam edelim. Hilmi Yavuz’un Baki’nin Kanûnî için yazmış olduğu Mersiye yorumu üzerinden biçim ve içerik üzerine söyledikleriniz, Tarancı’nın yorumunun da bir şerhi gibi. Fakat eser inceleme yazılarına bakıldığında biçimin değil, içeriğin üzerinde durulduğunu gözlemliyoruz. Uzun uzun içerik tahlilleri yapılıyor. Hatta bazı eleştirmenler, “Nasıl anlattığı değil ne anlattığı ön plânda” şeklinde değerlendirmelerde bulunabiliyorlar kimi yazarlar için. Bu durumda hem eleştiri amacına ulaşmamış hem de yazara “Sen yazamamışsın; ama bir şeyler anlatabilmişsin” denilmiş mi oluyor? Neler söylersiniz?
Söylediğim gibi, ben biçim değil içerik üzerinde durulması iddiasını anlayamıyorum. İçerik üzerine konuşmak, biçim üzerine de konuşmaktır kaçınılmaz olarak. Aksini düşünemeyiz. Bunu anlayamamış biri edebiyatın ne olduğunu nasıl anlayabilir?
Öykü ve romanlarınızda karakterlerin ve atmosferin ruhunu önemseyen bir anlatıcı var. Gizemsel bir kurgu ve anlatıma kapı açıyor bu da. Dolaylı ya da doğrudan, psikanaliz üzerine yüksek lisans yapmanız da etkili olmalı. Ruhsal durumların bu denli yoğun olmasından sebep neredeyse “Nihan Kaya mistik bir kalem” diyeceğim geliyor. Katılır mısınız bilmem ama mistisizmle ilgilenir misiniz merak ettim açıkçası.
Gizemsel kurgu dediğiniz şey, hayatın da öyle olmasından bana kalırsa. Hayat kendiliğinden sizin mistik dediğiniz şeyi içeriyorsa, o zaman ben de mistiğim demek. Yahut, maddenin madde dışı olan şeylerin, yani metafiziğin bir sonucu, basit bir yan etkisi olduğu kanısındayım.
E.M. Cioran psikanalize olumsuzlamada bulunur, şöyle der: “Kendimize karşı uygulama alanına soktuğumuz bir teknik olan psikanaliz, risklerimizi, tehlikelerimizi, uçurumlarımızı küçültür; bizi bozukluklarımızdan, kendimize karşı meraklı olmamızı sağlayan her şeyden yoksun bırakır.” (Cioran, Burukluk, Metis Yay., s.23) Oysa psikanalizin merakı kamçıladığı dillendirilir. Eserlerinize yansıması bakımından sizin psikanalize bakışınız nedir? Bu soruyu sormadaki amacım, teknik eğitimin pratiğe katkısını öğrenmek biraz da.
Buna ben de bir alıntıyla cevap vereyim. Lacan, “Psikanalizin ne olduğu konusunda herkesin fikri vardır; psikanalistler hariç” der. Dünyanın tuhaflık, bozukluk, hastalık dediği şeyler her zaman ilgimi çekti. Bu nedenle romancı oldum ve bu nedenle Psikanaliz okudum. Bozukluk denen şeye hiçbir zaman inanmadım. Sevdiğim bütün psikanalistler ve bütün romancılar gibi. Tuhaf bulduğum insanlar, tuhaf bulduğum davranışlar yok. Kimin nasıl davrandığını değil, birinin neden o şekilde davrandığını merak ediyorum sadece. Davranışlar sadece sonuçtur ve bu nedenle aslında pek de mühim değillerdir.
Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Hatice Ebrar Akbulut
05 Ekim 2017
Yorum Yapabilirsiniz