Bir vakitler evlerimizin misafir odaları vardı. Kapısı her zaman kapalı, hatta kimi evlerde kilitli duran odalar. Her daim temiz olmasına özen gösterilen, çocukların asla girmemesi gereken yerlerdi buralar. Bu yasaklı, gizli mabet, çocukta inanılmaz bir merak uyandırır ve arada kapısı kimselere çaktırmadan aralanır, odaya şöyle bir göz gezdirilirdi. Sonra bu odalarda misafirler için özel, mükellef sofralar kurulur; çocuklarsa mutfakta, özensiz, diğer masa kadar şık görünmeyen, sıkış tepiş bir sofrada yiyip içmek zorunda bırakılırdı. Adeta yokmuş gibi bir muamele görmek demekti bu. Çocuk, büyüklerin gözünde görünmez olurdu. Anne babaların hiç farkında olmadan yaptıkları bu muamele bile, çocuğa kendisini değersiz hissettirmekte birebirdi elbette.
Oysa Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur isimli kitabında dediği gibi “Bir çocuğun mutlu bir ebeveyne evrilebilmesi için anne baba olarak yapabileceğimiz tek bir şey ama tek bir şey vardır: Çocuğun kendini değerli hissetmesini sağlamak”. Kaya bu kitapta, çocuk olmanın dramını ortaya koyuyor ve çocukluğun, ebeveynler tarafından nasıl bir cehenneme dönüştürüldüğünü göze görünür kılıyor. Kendileri de o cehennemden çıkan ve yaralarının farkında olmayan ebeveynleri, kendi yaralarını sarmaya ve çocuklarını da attıkları o cehennemden çıkarmaya davet ediyor. “İçimizdeki çocuğun ne kadar yaralanmış olduğu gerçeğiyle yüzleşebilirsek, hem içimizdeki çocuklara hem de reel çocuklara zaten kendiliğinden doğru davranmaya başlarız” diyen Nihan Kaya ile çocuk olmanın dramını konuştuk.
‘İyi aile yoktur’ diyebilmek
Anne babalar olarak çoğumuz, çocuğa nasıl zarar verdiğimizin farkında bile değiliz. Şahane ve kusursuz ebeveynler olduğumuzu düşünüyoruz ne yazık ki. Kitabın başlığı, insanı uyanmaya, silkinmeye ve kendini sorgulamaya çağıran bir başlık. Neden İyi Aile Yoktur?
Yüzyıllardır “İyi evlat yoktur”, yani “İnsan ne yaparsa yapsın anne babasının hakkını ödeyemez” diyoruz ama çok masum görünen bu söylemin ne kadar yıkıcı hasarlara neden olduğunun farkında değiliz. İyi aile, “İyi aile yoktur” diyebilen aile. Her ebeveyn kaçınılmaz olarak çocuğuna zarar verir, verecektir. İyi ebeveyn olmanın neden ve nasıl bu kaçınılmaz gerçeği kabul etmekte yattığını anlatmaya çalışıyorum kitapta. “Aile”den kastım, aslında sadece özel olarak aile değil. Kurumsallaştırdığımız ve kutsallaştırdığımız aile kavramının etrafında ördüğümüz her ne kadar kalıp, ezber varsa o. Ailenin kurumsallaştırılması ve kutsallaştırılması, çocuğa verilen zararı örtbas etmeye yarıyor; bunun ne şekilde yapıldığını anlatmak amacındayım. Bize çok zararsız görünen ve ezberlemiş olduğumuz için farkına dahi varmadığımız birçok söylem, birçok kalıp, çocuğun nasıl ezildiğini görmemizi engelliyor.
Bu kitap, çocuk olmanın dramını ortaya koyuyor aslında.
Çok doğru ifade ettiniz. Tek cümleyle böyle.
“Çocukluk bir cehennemdir” diyorsunuz kitabın hemen girişinde. Hallac-ı Mansur’dan şu alıntıyı yapıyorsunuz: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir. Cehennem acı çektiğimizi hiç kimsenin bilmediği yerdir”. Çocukluk tam da böyle bir yer. Çocuk kendisine yapılan muamelenin “normal” olmadığını anladığında çok geçtir, çünkü artık bir yetişkindir. Anne babalar, çocukların acı çektiği o yeri tanımak için neler yapabilirler, nasıl tanıyabilirler orayı?
Anne-babalara değil herkese, hatta her yaştan herkese hitap ediyorum kitapta. İrtibat halinde olduğumuz çocuk ister reel bir çocuk ister içimizdeki sembolik çocuk olsun durum değişmiyor. Her çocuk ayrı, her çocukla birlikte karşımıza çıkan durumlar da ayrı. Her çocuk kendisine özel şekilde acı çeker, acı çektiğini çoğu kez bilemese de. Çocuğun çektiği acıyı tanıyabilmenin ancak o çocuğu tanımakla olabileceğini vurgulamaya çalıştım hep. Bir çocukla iletişim halindeyken ondan daha iyi, daha yetkin, daha bilgili olduğumuza o kadar eminizdir ki bu çok-bilir halimiz çocuğu tanımamızı engeller. Zihnimiz çocuğa bir şeyler öğretmekle meşgulken çocuğu tanıyamayız.
“Çocuk eğitimi” dediğimiz şeyde yanlış nerede başlıyor biliyor musunuz: “eğitim” dediğimiz yerde. Kendi içimizdeki çocuk için de geçerli bu. Halbuki çocuk, içimizdeki yenilenme, ilerleme, değişim kapasitesidir; henüz olmadığımız ama olma ihtimalimiz olan insana evrilme potansiyelimizdir. Çocukların şekil verilmesi, eğitilmesi gereken varlıklar olduklarını, disipline edilmezlerse ve eğitilmezlerse yanlış yapmaya meyilli olduklarını düşünen insanlar, kendi içlerindeki çocuğa da böyle davranır ve bu yüzden yaratıcı olamazlar, kendileri de değişime, ilerlemeye kapalı kalır, oldukları yerde sayarlar. Kitabım, bu farkındalık üzerine.
İçimizdeki çocuğa ulaşmak
Aslında anne babalarımız da (anneanneler-babaanneler-dedeler) o cehennemin en çok fokurdayan, en acıtan yerinden çıkmıştır. Kendi geçmişleri ve geçmişten yüklendikleriyle çocuklarını var etmeye (“yok etmeye” mi demeli!) ya da şekillendirmeye çalışırlar. Dolayısıyla anne babalarımızı/anneannelerimizi-babaannelerimizi-dedelerimizi bilinçlendirmek, aydınlatmak, yaralarının farkına vardırmak çok zor ama yine de mümkün müdür?
Bahsettiğiniz anne-babaların, anneannelerin, halaların, dedelerin, yahut herhangi bir kimsenin kendi içindeki çocuğun ne kadar ezilmiş, yaralanmış olduğunu görmesi elzem önce. Nitekim benim amacım da içimizdeki ebeveyne değil, içimizdeki çocuğa ulaşmak. İyi Aile Yoktur’u okuyanlar, ebeveyn olsunlar ya da olmasınlar, ikiye ayrılıyor: Kitabı içlerindeki anne/baba ile okuyanlar ve içlerindeki çocukla okuyanlar. Kitabı -tekrar ediyorum, ebeveyn olsunlar ya da olmasınlar- anne/baba olarak okuyanlar, genellikle içlerindeki sert, baskıcı, parmak sallayan anne-babayı içselleştirmiş durumdalar ve iç anne-babalarının içlerindeki çocuğu nasıl ezdiğinin, gelişmesine nasıl engel olduğunun farkında değiller. Bu nedenle, kitabımın hiç de sert bir sesi olmadığı halde, kendi iç anne-babalarının sert sesi yüzünden kitabı sert olarak algılıyorlar, kitabın anne-babalara bağırdığını zannedebiliyorlar.
Halbuki, kitabımın hiçbir şekilde anne-babalara -yahut bir başkasına- akıl verme, parmak sallama mercii olmadığını, kitabımın sadece ve sadece çocuğun neden, nasıl acı çektiğini anlattığını, bundan başka hiçbir amacı olmadığını kitabın içinde de sıklıkla vurguluyorum. Bu aslında bir yüzleşme meselesi. İçimizdeki çocuğun ne kadar yaralanmış olduğu gerçeğiyle yüzleşebilirsek, hem içimizdeki çocuklara hem de reel çocuklara zaten kendiliğinden doğru davranmaya başlarız. Ama anne-baba tabumuz o kadar derinlerimize ve o denli korkuyla yerleştirilmiş ki, çocuğun neden ve nasıl acı çektiğini göstermek, anne-babaya ya da diğer kutsal büyüklere hakaretmiş gibi algılanıyor hâlâ. İyi Aile Yoktur’a verilen tepkilerde bunu açıkça görebilirsiniz. Mesele, iç çocuğumuzun ne kadar yaralanmış olduğu değil. İç çocuğumuzun nasıl, ne kadar yaralandığını, şimdi de içimizdeki çocuğu içimizdeki anne-babayla yaralamaya nasıl devam ettiğimizi görmeye olan cesaretsizliğimiz. Bunu görmeye direndiğimiz sürece yol alamayacağız.
Kendisiyle yüzleşebilme cesareti olan yaşlı bir insan kitabımdan çok fayda görebiliyor; diğer yandan, henüz çocuk sahibi olmayan, eğitimli bir genç kitabı sertmiş gibi algılayabiliyor ve içindeki çocukla yüzleşme cesareti olmadığı için kitaba kendisini kapatabiliyor. Sorunuz, kişinin yüzleşebilme kapasitesine bağlı tamamen. Kitabım sadece, kanıksamış olduğumuz için bize çok masum görünen yerleşik şeylerle aslında çocuğa hiç fark etmediğimiz şekillerde nasıl şiddet uyguluyor olduğumuzu anlatıyor. Çocuğun neden ve nasıl duygusal şiddet gördüğünü ifade etmek, neden kendisi şiddet olsun? “Ama anne…”, “Ama baba…” diye başladığımız her cümle, biz bunu fark etmesek de o şiddeti masum göstermek için kuruluyor. Bu masum göstermelerin kendisinde saklı aslında şiddet; şiddeti neden, nasıl olduğunu ifade etmekte değil. Dünyaya her tür kötülük, anne/baba tabusundan doğmuş ve yayılmıştır. Kitap içinde öfkeli tek bir cümle yok. “Ama anne/baba…” diye başlayan cümlelerse yaralanmış çocukların üzerini örtmek istedikleri öfkeyi saklıyor. Çocukluğunda yaralanmamış insan yoktur; çocukluğunda nasıl yaralandığıyla yüzleşebilen ve yüzleşemeyen insanlar vardır. İşte bu ikisi arasındaki fark, her şeyi −kendimize, hayata, çocuğa yaklaşımımızı da− belirliyor.
“Hiçbir çocuğun kırgın olmadığı ya da kırgın çocukların kırgın olduğunu yetişkinlerin bildiği bir dünyada roman yazmayacağım” diyorsunuz. Böyle bir dünyanın olabileceğine dair umudunu yitirmemek istiyor insan ve bu umutla didinmeye devam ediyor aslında. Bu umudu korumak, hep diri tutmak her zaman kolay olmuyor elbette. Bunu nasıl başarabiliriz sizce? Örneğin, 0-6 yaş arası 668 çocuğun cezaevlerinde annesi ile yaşadığını bilmek bile umuda gölge düşürüyor.
Cezaevinde doğup büyüdüğü için “perde” sözcüğünü bilmeyen bir çocuğu Kırgınlık’ta anlatmıştım. Mesela bu −o çocuğu yazabilmek− benim için tüm bu umutsuzluğun içindeki umudun kendisiydi. Alıntıladığınız cümleyi ve benzerlerini söylerken, beni roman ve başka şeyler yazmaya mecbur bırakan şartların her zaman süreceğini de biliyorum tabii aslında. Yine de bunu söylemenin kendisi bir umut, bir isyan, başkaldırı. Can Yücel, Rengâhenk kitabının girişinde şöyle demişti: “Şiir bir umutsuzluktur. Umutsuz olmayan adam şiir yazamaz. Umutsuz olmayan adamlar resim yapamaz, mimar olamaz. Yaratıcı olamaz. Çünkü kâğıt bir umutsuzluktur.” Can Yücel, boş bir kâğıdın, tuğlaların, briketlerin, çimentoların, hatta demirlerin, hepsinin umutsuzluk olduğunu, şiirin, o umutsuzluğun içinden bir umudu bulmak olduğunu, kendisinin de bunun için yazdığını söylemişti. İyi Aile Yoktur ve diğer bütün kitaplarım da böyle benim için.
Kitabım, o umutsuzluğun içinden bir umut bulma isteğinin ta kendisi. Bir umut olduğuna inanmak istediğim için kitabı yazdım; kitap bu açıdan bir yardım çığlığı; hep birlikte, bu umutsuzluğun içinden bir umut bulmak adına herkese çağrı. Samuel Beckett, Endgame oyununun sonlarında, “Dünyadayız ve bunun bir çaresi yok” diyor. Derdimi bu kadar güzel anlatan bir başka cümle var mı bilmiyorum. Samuel Beckett, dünyada olmanın bir çaresi olmaması durumuna karşı yazıyordu. Bu cümleyi yazdığı oyun, tüm yapıtları, bu dünyadan çıkış yolunun, başka bir ihtimalin, umudun ta kendisi. Tamamen umutsuz olsaydı yazmaya da gerek görmezdi, değil mi? Yazdıklarımı okuyan ve anlayan her okur karşısında umut doluyorum. Yazdıklarımdan, orada olmayan anlamlar çıkartan okurlar karşısında ise dünyada olmanın çaresizliğini daha güçlü duyuyorum içinde.
Çocukların savunmasızlığı
Çocuk ikinci bir cehennemi de okulda-eğitim hayatında yaşıyor. Aileye ek olarak bir de okulda ayrı bir birey, ayrı bir dünya olduğu hiçe sayılıyor, hizaya getirilmeye ve belli bir forma sokulmaya çalışılıyor. Şöyle diyorsunuz kitapta: “Aileler çocuğun ruhunu öldürmek ve sakatlamak konusunda, çok kez okul ve öğretmenlerle işbirliği halinde çalışıyor”. Nasıl bir işbirliği bu, anlatır mısınız?
İç anne-babamızın sert ve otoriter olduğu bir kültürden geliyoruz; bu da öğretmen gibi otorite unsurları karşısında bu kimselerin hak etmediği bir güven ve teslimiyet duyabilmemize neden oluyor. Aile, çocuğu var olan dünyaya, sisteme uygun hale getirmeye çalışıyor farkında olmadan; halbuki dünya çok yanlış bir yer, okul da bunun örneği. Kitapta, okulların 1860’larda nasıl, çocuğun ruhunu öldürmek amacıyla özellikle kurulduğunu ve çocukların sıralarda oturması, konuşmadan, hatta düşünmeden önce izin istemesi gibi bugün hâlâ uygulanan ve bize normal görünen birçok zorunluluğun, bireyin otoriteye itaatini sağlamak için özellikle yerleştirildiğini anlatıyorum.
Okullar, çocuklar sanatçı olsun, yaratıcı olsun, kendisine faydalı olsun diye değildir; tam tersine bunları öldüren, engelleyen, çocuğun kendisinden başka her şeye, sisteme faydalı olması için çalışan yerlerdir. Öğretmen “Çocuğunuz dersi dinlemiyor” dediğinde bunun doğruluğunu, çocuğun gerçekten de dersi dinleyip dinleyemediğini, dinleyemiyorsa neden dinleyemediğini sorgulayamıyorsak, çocuğu öğretmeninin, okulun istediği şekle sokmaya çalışıyorsak, çocuğumuzun potansiyellerini en iyi şekilde gerçekleştirebilme yollarını kapatıyoruz demektir. Yaratıcı içgüdümüz en sağlıklı içgüdümüzdür ve kendimizi gerçekleştirdiğimiz ölçüde mutlu oluruz. Fakat yaratıcı içgüdümüz, ailemiz, okul, dünya ve yerleşik sistemler tarafından, doğduğumuz günden itibaren baltalanıyor. Bu baltalanmayı farkında olmadan çocuğumuza da uyguluyor ve dünyanın çocuğumuzun −yahut herhangi bir çocuğun− potansiyellerini öldürme sürecine aracı oluyoruz.
Karamazov Kardeşler’de küçük bir kız çocuğu oyun oynarken bir taş atıyor ve taş yanlışlıkla generalin av köpeğinin ayağına geliyor. Bu küçük kıza, “okumuş” ana-babası tarafından, kakasını yemeye zorlamaya varana kadar her türlü işkence yapılıyor. İvan Karamazov çok dikkate değer şeyler söylüyor burada: “insan soyunun diğer bütün şahıslarına iltifat ediyor ve yumuşak davranıyorlar, ama çocuklara eziyet etmeyi çok seviyorlar, hatta çocuklarını da bu anlamda seviyorlar. Bu yaratıkların savunmasız oluşu da işkenceciler için çekici oluyor. Gidecek yeri ve kimsesi olmayan çocuğun meleklere özgü güveni de işkencecinin iğrenç kanını kızıştırıyor” diyor Alyoşa’ya. Görünen o ki çocuk en başta anne-baba tarafından kurban ediliyor. Neden bu kadar kolaylıkla çocuğunu kurban eder anne-baba?
Çok basit: çünkü kendi içindeki çocuğu kurban etmiştir. Bu döngüyü kırmak için, çocukken nasıl kurban edildiğimizi görebilmemiz, kabul edebilmemiz gerekiyor. Bize anne-babamızın, öğretmenlerimizin, başkalarının aslında bizi kurban etmeye yönelik davranışlarını kabul etmemiz öğretildi, gerekçesi de çocuk olmamızdı. Kendi içimizdeki çocuk, hâlâ kurban edilmiş durumda ve onu her gün kurban etmeye devam ediyoruz. Anne-babamız “anne-baba” olduğu için kabul ettiğimiz davranışı, şimdi çocuğumuza -hafifletilmiş şekilde de olsa- uygulamakta sakınca görmüyoruz bu yüzden. Çocuktuk, susmuştuk, itaat etmiştik, şimdi de onlar sussun ve itaat etsin diyoruz.
Çocuklara yapılan türlü kötülükler gücünü buradan alıyor belki de: çocukların savunmasızlığından. Cinsel istismar ve ensest için de geçerli bu. Çocuğun bu savunmasızlığı ve kötülüklere açık olma durumu üzerine konuşabilir miyiz?
Çocuğun savunmasızlığı fiziksel güçsüzlüğünden değil, ona, dayatılan her davranışı alıp sorgulamadan kabul etmeyi öğretmemizden kaynaklanıyor. Çoğu çocuk, onu öpmeye yeltenen biri karşısında öpülmeyi istememe hakkı olduğunun farkında değildir; “Öpülmeyi gerçekten istiyor muyum?” diye bile düşünmez. Bu çocuk, bir başkası ona istemediği şekilde dokunduğunda tabii ki karşı çıkma hakkı olduğunu akıl edemeyecek, utanacak ve utandığı şeyden dolayı kendisini suçlayacaktır. Çocuğu kendisini savunur hale getirebilmek için yapabileceğimiz tek şey, çocuğun sorgulayan düşünce mekanizmasını en baştan örselememek, desteklemek. Fakat biz elbirliğiyle bunun tersini yapıyoruz.
Aslında bu savunmasızlık halinden faydalanıp çocuğa kötülük yapanları çok da uzaklarda aramamak gerek sanırım?
Her zaman söylüyorum: bir başkası çocuğa bir şekilde kötülük yapıyorsa bunun nedeni de çocuğun anne-babasıdır. Birbirimizle “Sen bana böyle davranamazsın” diye konuşuyoruz, ilişkilerimizi masaya yatırıyoruz. O zaman çocuk niye bizimle aynı masaya oturup “Bana böyle davranmanızın yanlış olduğunu düşünüyorum” diyemiyor? Çocukla ilişkimiz başka herkesle olduğu gibi etkileşim halinde devam etmediği sürece, çocuk bir başkasının kötü muamelesine maruz kalmaya, dahası bunun kötü muamele olduğunu anlamamaya ve o mağduriyeti de sürdürmeye açıktır. Çocuğa, kendisini savunmamayı öğretiyoruz aslında. Yetişkin biri kendisine vuran biri karşısında avucunu açsa, sağını solunu dönüp kendisini bile isteye dövdürse ne düşünürüz? Burada dövmenin yerine her tür azarı, kötü bakışı, en hafifinden bile olsa tehdidi koyabilirsiniz.
Anneye atfedilen kutsiyet, annenin sırtında koca bir yük.
Çok doğru.
Sonuçta anne de sevinen, üzülen, öfkelenen, incinen, zaafları olan her insan gibi bir “insan”. Ama yine de annenin yüzündeki ufacık bir dalgalanma bile çocuğun ruhunda fırtınalar yaratabiliyor. Dolayısıyla annenin, çocuğu değil kendini kontrol edebilmeyi, kendini değiştirebilmeyi öğrenmeye çalışması gerek sanırım. Bununla birlikte kitapta dediğiniz gibi “Çocuğumuzla olan ilişkimiz kendi ebeveynimizle olan ilişkimizin devamıdır”. Dolayısıyla annenin öncelikle kendi çocukluğunu tamir etmesi gerekiyor diyebilir miyiz?
Çocuğumuzla ilişkimizde, en derin kırgınlıklarımız, çocukluğumuza dair yaralarımız su yüzüne çıkıyor, ayna gibi karşımıza dikiliyor. Ebeveyn eğer bunun çocukluğuna dair yaralar olduğunu fark etmezse problemin çocuktan kaynaklandığını zannediyor ve çocuğu problemli, düzeltilmesi gereken bir varlık olarak algılıyor. Ama eğer ebeveyn çocuktan rahatsızlığının çocuktan değil kendi çocukluğundan kaynaklandığını fark edebilirse kendisini tamir edebilir ve çocuğa bu yaralanmışlığını aksettirmeden onunla ilişki kurabilir. Aslında bunların hepsi farkına varma hadisesi. Baştan sona.
Hata yaptım diyebilmek
Çocuklukta İhmalin İzi: Boşluk Hissi isimli kitapta “Duygusal sağlığınız ve öz-bakımınız açısından en önemli bileşenlerden mahrum bir çocukluk yaşamanız sizi yetişkinlik döneminde kendinize yeniden ebeveynlik yapmak zorunda bırakır” diyordu. Yetişkin bir kişi, içindeki çocuğun yaralarını sarabilecek şekilde kendi kendine ebeveynlik yapabilir mi? Kendisi için iyi bir ebeveyn olmayı başarabilir mi?
Şimdiye kadar anlattıklarımı özetleyeyim: her yaştan her insanın içinde anne, baba ve çocuk vardır ve kendimizle ve dünyayla ilişkimizi, bu üçünün birbiriyle ilişkisi belirler. İç anne-babamız iç çocuğumuzu ezdiği, gelişmesine, kendisini ifade etmesine izin vermediği için depresyona gireriz, kaygı, korku gibi olumsuz duygular, sorunlar yaşarız. Güçlü psikoloji, içimizdeki anne-babanın sert olmadığı, içimizdeki çocuğun o anne-baba karşısında güçlü olduğu, kendisini korkmadan ifade edebildiği ve gerçekleştirebildiği psikolojidir.
Anne-baba için söylediğim her şeyi, içimizdeki anne-baba için söylüyorum asıl. İçimizdeki anne-baba içimizdeki çocuğu anladığı, ona saygı duyduğu ölçüde iyi oluruz. İçindeki anne-babanın içindeki çocukla sağlıklı ilişki kurduğu insan, zaten direkt olarak çocuklarla da sağlıklı ilişki kurar. Evet, kendimizi kendimizden doğurabilmemiz, potansiyellerimizi, kendimizi en iyi şekilde gerçekleştirmemiz, iç çocuğumuza nasıl anne-babalık ettiğimize bağlı. Bu üçgeni, buradaki anne ve babayı, yani her birimizin içindeki kadın ve erkeği Fildişi Kuyu’da da anlatmaya çalıştım. İçindeki erkekle doğru bağ kuramayan kadın, içindeki kadınla doğru bağ kuramayan erkek, iç çocuğunu ezer, kendisini kendisinden doğuramaz. Farkında olmadığımız bir cinsiyet meselesi de var burada.
Son olarak yine Karamazov Kardeşler’e gönderme yaparak bir şey sormak istiyorum: Babasını öldürmekle suçlanan Dimitry’nin avukatı şöyle bir soru sorar: “bir baba, ama gerçek bir baba ne demektir, bu yüce sözcüğün arkasında ne vardır, bu isimdeki yüce düşünce nedir?” Daha sonra da şöyle bir cümle kurar: “bir insana hayat veren henüz baba değildir, baba, hayat veren ve babalığı hak edendir”. Nasıl hak edilir babalık ya da annelik, bir anneyi-babayı iyi anne-baba yapan nedir, nasıl iyi aile olunur?
İyi aile, iyi anne-baba diye bir şey olmadığını kabul ederek. Çocuğun dünyaya gelmeyi kendisinin seçmediğini, çocuğun bizim istek ve irademiz sonucunda dünyaya geldiğini idrak ederek, kendi isteği ve iradesi dışında dünyaya gelen çocuğun bizden ayrı bir birey olduğunu, bizden ayrı bir bedeni, bizden ayrı tercihleri, bizden ayrı iradesi olduğunu en baştan kabul ederek, buna saygı duyarak; çocuğa verdiğimiz zararları fark ettiğimizde “Ama ben anneyim/babayım!” demek yerine, “Evet, hata yaptım” diyebilerek. Aslında hepsi bu, biliyor musunuz: “Evet, hata yaptım”. Bu basit cümleyi sakince kurabilen anne/baba olabilmek bütün mesele. Her şey burada yatıyor, ama bunu yapabilen öyle az insan var ki…
Elif Şahin Hamidi
26 Aralık 2018
Yorum Yapabilirsiniz