Nihan Kaya ile edebiyat ve psikoloji ilişkisini, kitaplarındaki kimi kavramları, edebiyat dışındaki sanat dallarını, kişisel yazma ritüellerini, günlük hayatını konuştuk.
Yüksek lisans tezimi Nihan Kaya’nın romanları üzerine yazdım. Doktorama da Nihan Kaya’nın kitapları konulu bir tezle devam etmeden önce, yazarla İstanbul’da bir araya geldik ve genel bir söyleşi gerçekleştirdik. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı mezunu olan, daha sonra Londra’da Psikanaliz ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümlerinde eğitim alan Nihan Kaya’nın Türkçede sekiz kitabı var. Nihan Kaya ile edebiyat ve psikoloji ilişkisini, kitaplarındaki kimi kavramları, edebiyat dışındaki sanat dallarını, kişisel yazma ritüellerini, günlük hayatını konuştuk.
A.ARSLAN: Psikoloji ve edebiyata ilgi duyan bir yazar olarak sizin için farklı bir yeri olan yazar/şair/psikolog/psikanalist var mıdır? Varsa bunun nedenini yazma/okuma sürecinde nasıl değerlendirebilirsiniz?
N.KAYA: Sevdiğim bütün edebiyatçılar benim için zaten iyi bir psikolog. Benim için Marcel Proust çok iyi bir psikolog. Benim için Tanpınar, Peyami Safa çok iyi psikologlar. Bütün gördüğüm iyi edebiyatların içinde iyi birer psikolog da görüyorum. Bu soruyu sormanız ilginç. Örneğin, Zürih’te yaşayan Ursula Wirtz var. Benim çok çok beğendiğim bir psikanalist ve ben onun kitaplarını gerçekten de edebiyattan ayrı düşünemiyorum bir anlamda. Ursula Wirtz benim için çok derinliği olan biri. Derinliği edebiyat ve psikoloji bağlamında gözlemlediğim için Ursula Wirtz’i de böyle gözlemliyorum. Bu anlamda Ursula Wirtz’i örnek gösterebilirim.
A.ARSLAN: Yazma Cesareti kitabınızda gördüğümüz kadarıyla Carl Gustav Jung, Rollo May ve Paul Tillich çizgisinde farklı bir yazma anlayışı karşımıza çıkıyor. Bu anlamda, Fildişi Kule’de değil de Fildişi Kuyu’da var olmaya çalışan yazarı kendi açınızdan değerlendirebilir misiniz?
N.KAYA: Bütün kelimeleri yaklaşık olarak kullanıyoruz. Hiçbir şey doğada mutlak olarak var değil. Fildişi Kuyu ideal olarak bir yazarın olmaya çalıştığı yer. Ama hiçbir zaman aslında ne bir kulede ne bir kuyuda, ne dikeyde ne yataydayız. Hep arada bir yerdeyiz. Ve bir yerden bir yere geçme çabasında olmak insan olmanın bir parçası. Ben o çabayı anlatmaya çalışıyorum. Mesela, benim Fildişi Kuyu düşüncemi ya da Yazma Cesareti’ndeki bazı fikirleri böyle edebiyatı çok kutsallaştırdığımı, sanatçıyı çok yüksekte, ayrı bir yerde duran insan olarak gördüğümü düşünerek eleştiriyorlar. Ama ben sadece şunu anlatmaya çalışıyorum: İyi bir şey yapmaya çalışan insanın verdiği çabayı. Yani orada, o Fildişi Kuyu’ya varmaya dair, orada bulunmaya dair, o iç dinamiklerle alakalı bir şeyi.
A.ARSLAN: Yani biraz daha dikeyi görebilmek için yazarın, şairin ya da psikologun oraya çekilme zorunluluğu da var gibi.
N.KAYA: Bence var. Baktığınız zaman bütün sanatçıların o yatay hayatla arasına bir mesafe koymuş olduğunu görüyoruz. Hepsinin yatay hayatla bir derdi olduğunu görüyoruz. Demek ki var. Ama bazı yazarlar yatay hayatı daha kolay yürütebiliyorlar. Bazıları da benim gibi daha zor yürütüyor. Benim temel meselelerimden biri yatay becerilerimin zayıf olmasıdır. Bu yüzden ben bunu “Fildişi Kuyu” olarak anlatıyorum. Belki de Fildişi Kuyu gibi bir kavrama ihtiyaç duymadan yatay hayatı da gayet güzel yürütebilen yazarlar vardır. Buna da bir şey diyemem. Ben kendi edebiyat anlayışımı anlatıyorum.
A.ARSLAN: Hâlihazırda üzerinde çalıştığınız yeni bir eser var mı? Varsa biz okurları roman/hikaye ya da daha farklı bir tür mü bekliyor?
N.KAYA: Ben yazmaya değil, elinden geldiğince yazmamaya çalışan bir yazarım. Benim için sürekli konu var. Zaten her yerde sınırsız sayıda konu var. Ve hepsi sürekli sizi kendilerini yazmaya doğru çağırıyorlar. Fakat ben bir eserin yazılmadıkça güzelleştiğini düşünüyorum. Elimden geldiğince onu yazmamaya çalışıyorum. Notlar aldığım doğru. Fakat hangisinin bir esere dönüşeceği belirli bir zaman sonrasına, onların olgunlaşmasına bağlı. Ben zaten kendimi ifade edemediğim için romancı olduğumu düşünüyorum. İnsanlar kendimizi iyi ifade ettiğimiz için romancı olduğumuzu zannediyorlar, ama tam tersine, kendimi ifade edemediğim için romancı olmak zorundaydım.
A.ARSLAN: Yazma sürecinizin dışındaki hayatın günlük yaşamınızda ne kadarını kapsadığını, vaktinizin ne kadarını meşgul ettiğini bizimle paylaşabilir misiniz?
N.KAYA: Bu konuda çok zorlanıyorum. Çünkü benim için yazmak, okumak çok kolay. Bunun dışındaki şeyler çok zor. Belki de yanılıyorumdur. Mümkün olsa da uyumak, yemek gibi problemlerim olmasa. Benim için bir bedenimin olması çok zor. Bu anlamda yatay hayata dair yapmamız gereken şeyler zor. Çünkü hayatımda her şey temiz ve düzenli olmak zorunda. Evimde mesela kitaplarım mum gibidir. Demek ki aslında günlük hayata da yer veriyorum. Ona özen göstererek yer veriyorum, ama zaten özen gösterdiğim için beni zorluyor. Kitaplarım çok düz, çünkü kitaplarım kafamda zaten karmakarışık haldeler. Hepsi birbirinin içindeler, o yüzden, dışımda hepsini jilet gibi görmek zorundayım. Ya da kafamın içi zaten karmakarışık, bu yüzden yazı yazdığım salonun çok düzgün olması gerekiyor. Bu yüzden her tarafı temiz ve düzenli hale getiriyorum. Daha sonra yazabiliyorum. Masam boş olacak, temiz olacak. Masada hiçbir şey olmayacak. O sırada sadece yazdığım konuyla ilgili bir şey olacak.
A.ARSLAN: İstanbul’un sizin ve yazarlık süreciniz için özel bir yeri oldu mu?
N.KAYA: Zannediyorum öyle, yani yazdığım şeylerin birçoğunun içinde İstanbul yoğunluklu olarak var. Örneğin önünüzde duran Gizli Özne’de İstanbul’un kendisi de bir karakterdir aslında.
A.ARSLAN: Ya da Buğu’da Filistin’de başlayıp İstanbul’a gelen bir süreç var.
N.KAYA: Evet, İstanbul, hep böyle, gidilmek istenen ya da içinde bulunulan, analiz edilen bir yer. Bunun için illa da İstanbul’da bulunmam gerekmiyordu. Bunların bir kısmını İngiltere’de, bir kısmını ailemin yaşadığı şehirde, bir kısmını başka bir yerde kalema almış olsam da içsel olarak İstanbul’la çok derin bir bağım var. O yüzden İstanbul herhalde yazdığım şeylerin içersinde hep bir şekilde bulunuyor diye düşünüyorum.
A.ARSLAN: Evrensel anlamda çok yönlü “insanı” anlamanın büyük bir çaba gerektirdiği çağımızda, “insanı” anlamak ve dahası yazmak zor olmuyor mu?
N.KAYA: Benim açımdan bakıldığında, zor olan insanı yazmak değil, zor olan daha ziyade yatay hayat ve onun bize dayattığı birçok gereklilik gibi geliyor. O yüzden ben tam tersine “Bakın, insan, bu; insan, çok yönlü, değişik, esnek bir varlık” diye sürekli dikkati oraya çekmeye çalıştığım için, bana zor gelen yine o değil. Bana zor gelen o olsaydı zaten edebiyatçı değil de başka bir şey olurdum herhalde. Bana hayat zor geldiği için yazıyorum.
A.ARSLAN: Sizi yazmaya iten nedir?
N.KAYA: Bu soruyu geçenlerde de bir röportajda sormuşlardı. Manganelli’nin yazısında ayakkabı bağcıklarını işlemesi gibi. Bu yazıyı okumadan önce de arkadaşlarım benimle çok şaka ederlerdi. Çünkü ben ayakkabı bağcıklarını bağlayamayan bir insanım. O yüzden roman yazdığımı söylerdim. Sonra gerçekten bunu böyle kanlı canlı Manganelli’nin yazısında okuyunca çok hoşuma gitti. Beni yazmaya iten neden belki benim de Manganelli gibi ayakkabılarımın bağcıklarını bağlamasını bir türlü öğrenememem. Yatay becerilerim olmadığı için belki de başka bir dünyaya yönelmişimdir. Yatay hayatla bir kavgam var. Bir şeyleri beceremiyorum. Ocağı yakamayışım gibi… Bunlarla uğraşmadığımdan değil, uğraşıyorum. Belki de budur. Tabii bu soruya verilebilecek onlarca, yüzlerce sebepten bir tanesi bu.
A.ARSLAN: Yazmak için bir hazırlık yapıyor musunuz? Özel bir oda, bilgisayar, özel bir kalem vs.
N.KAYA: O sırada aklınıza gelen birkaç cümleyi yoldayken bir kağıt kalemle de not alabiliyorsunuz. Yazının başına oturmak için sessiz salonumu tercih ediyorum. Salonun mümkün olduğunca sessiz, boş ve düzenli olmasını tercih ediyorum. Evde benim dışımda bir kişi varsa, bu kişi annem bile olsa, evin öteki ucunda bile olsa yazamıyorum. O yüzden yalnızlık da benim tercih ettiğim bir yöntem. Yani yalnızlığın benim için bir tercih olduğunu söyleyebilirim.
A.ARSLAN: Kendinize özgü yazma ritüelleriniz var mı? Müsvedde çalışmalarınız oluyor mu?
N.KAYA: Bunu biliyorsunuz, başka röportajlarda da sık sık söylüyorum. Mümkün olduğunca yazmamaya çalıştığım için önce defterlerim oluşuyor. Mesela bir romanı yazmadan önce bir defter dolusu not alıyorum. Genelde o romanı yazarken o deftere dönmüyorum. Fakat o notun bazen bir epifani durumuna götürdüğü oluyor. O yüzden ara ara o defterleri karıştırmak ve romanı bitirince “Böyle bir şey de var mıydı?” diye o defterlere bakmak benim açımdan faydalı oluyor. Evet, bu anlamda müsvedde kullanıyorum.
A.ARSLAN: Yazmak sizce nasıl bir eylem?
N.KAYA: Bunun cevabını kısaca verebilseydim, Yazma Cesareti kitabını yazmaz, o cümleyi söylerdim herhalde.
(Gülüşmeler)
A.ARSLAN: Okumak sizce nasıl bir eylem? Okurken özel bir koltuk, özel bir oda vs. kullanıyor musunuz?
N.KAYA: Her şart altında okuyabiliyorum. Yani havada, karada, gürültüde, sessizlikte. Gürültüde yazmayı o kadar tercih etmeyebiliyorum ama okumak yazmaktan daha basit, daha rahat, nispeten pasif bir eylem.
A.ARSLAN: Yazarken ve okurken bir şeyler içer misiniz? Müzik dinler misiniz?
N.KAYA: Müzik dinlerken başka bir şey yapamam. Müziği sadece müzik olarak dinlerim. Müzik benim için tek başına yeterince yoğun bir eylem. Yazarken de başka hiçbir şey yapamıyorum. Eğer hafif bir şey yazıyorsam, bir soruşturmaya cevap veriyorsam yanında bir şeyler içebilirim. Bazı çaylara özel bir düşkünlüğüm var. Ama, tabii, yoğun bir yazma eylemi içerisinde bir şey içmiyorum, yemiyorum, hiçbir şey yapmıyorum. Günlerce yemeden içmeden yazdığım oluyor. Buğu‘yu yazarken yaklaşık bir hafta yememiş ve uyumamıştım. Ama ne yazdığınız nasıl yazdığınızı da belirliyor. Yani o sırada yazmanın hangi aşamasındayım, nasıl bir yazma içersindeyim, bu da önemli. Çünkü çeşit çeşit yazmalar var ve hepsi her birimizin içinde, her biri de diğerinin içinde. Yani tek bir şekilde yazmıyorum. Ama bir konu üzerinde düşünürken evde hep volta atarım mesela.
A.ARSLAN: Resim, müzik, tiyatro, sinema ve başka sanat dalları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
N.KAYA: Sanırım benim yazdıklarım zaten bunun cevabını veriyor. Şöyle bir örnek vereyim: Yazma Cesareti kitabını okuyan ressamlar gelip “Resmi nereden bu kadar iyi öğrendiniz?” diye soruyorlar. Ben de cevap olarak resmi bilmediğimi söylüyorum. Aslında edebiyat dışında hiçbir şeyi profesyonel olarak bilmiyorum. Şiiri de profesyonel olarak bilmiyorum. Mesela orada şiir örnekleri veriyorum, ama şiiri bilmem tamamen romanı bilmemden kaynaklanıyor. Yani bütün sanat dallarının böyle ortak bir noktası var. Dolayısıyla resme ya da şiire dair bir şey okurken onu roman üzerinden düşündüğüm için anlayabiliyorum. Yani romanı profesyonel olarak bildiğimi, ama diğer hiçbir dalı profesyonel olarak bilmediğimi söyleyebilirim. Diğer bütün sanat dallarını anlamam, romanı çok derinlikli olarak, çok içerden hissettiğim için. Çünkü romanı sanat yapan dikey şey diğer sanat dallarını da sanat yapan dikey şey. Romanı anlamasaydım resmi de anlamazdım. Bu yüzden resmi bilenler resmi hiç bilmediğim halde bildiğim vehmine kapılıyorlar.
A.ARSLAN: Klasik Türk İslam sanatları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
N.KAYA: “Klasik Sanat” ya da “Geleneksel Sanat” ifadeleri bana biraz problemli geliyor. Bir şey aynı anda hem geleneksel hem de sanat olabilir mi? Eğer onun içerisinde gelenekle halen kopmadan kendi içersinde yeni bir şey ortaya çıkartabiliyorsa, yeni bir yorumla bir şey yaratabiliyorsa o bir sanattır. Fakat sadece klasik ve gelenekselse, herhangi bir sanat tatbikinin bir devamından ya da kopyasından başka bir şey değilse onun bir sanat olabileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla geleneksel sanat ve klasik sanat ifadesi kendi içerisinde bir oksimorondur. Günümüzdeki ifadesini kullanırsak, klasik sanat da günümüzden geriye baktığımızda bir anlam taşır. Yazma Cesareti’nde hep vurgularım, sanat eserinin aynı anda hem yerel hem evrensel olması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla yazdıklarınız Türk olabilir, İslam’a dair olabilir, ama aynı zamanda evrensel de kaldığı zaman anlamlıdır. Yani hem Türk-İslam hem de evrensel sanata dair bir şey yaparsanız gerçek bir sanat yapmış olursunuz diye düşünüyorum. Mesela İngilizce o yüzden önemli. Şu anda evrensel akademide birçok şey İngilizce üzerinden yapılıyor. Orijinalini okumak zorundasınız. Yani dünya edebiyatını bilmeden, dünyada olanlarla dünya dili olan İngilizce üzerinden irtibat kurmadan, Türk Edebiyatının kendi kimliğini nasıl anlayacaksınız? Türk Edebiyatını Türk yapan, kendisi kadar, kendisi dışında kalanlardır. Her şeyde böyle bu.
A.ARSLAN: Nihan Hanım, bu güzel sohbet dolayısıyla bize kıymetli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim.
N.KAYA: Ben çok teşekkür ederim.
Abdurrahman Arslan
13 Ocak 2017
Yorum Yapabilirsiniz